İnsan yaşlandıkça bedenen bir ömrün yorgunluğunu üzerinde hisseder ya da hissettiğini zanneder. Zanneder diyorum çünkü aslında yorulan bedenden ziyade size sunulan birinci hayat ile olmayı arzu edip sanata ve fiktif aleme tuttuğunuz fenerin yansıttığı ikinci alem arasındaki horizantal gel-gitlerdir sizi yoran. Tanpınar'ı olmak istediğinden alı koyan gerçeğin acımasızlığı onda yenilmişlik ve tükenmişlik eylemleri ile karşılık bulurken halk ozanının
"Kahpe felek kalkmaz ettin kolumu
Her yanlarım garip garip sızılar…" (Aşık Mahzuni)
İfadeleri de Tanpınar'dan farklı bir durumu tasvir etmez. Sızının zarfının "gariplik" olması çocukluğun ikinci hayata teşne yüzünün gerçeğin sert zemini üzerinde o hayata uzak düşmüş halinin uzaklığıdır. O yüzden bu uzaklık yahut uzak düşmüşlük veya ayrı düşmüşlük yani bu hicran ancak garip zarfı içindeki sızı ile tarif edilir. Bu yorma yorulma yarışında tıpkı Halit Ziya'nın "Mai ve Siyah" ikileminin gerçeğin acı veren kara zemininde Ahmet Cemil'in şahsında son bulması hali gibi bir halde çıkar sızı ortaya… Hem öyle bir sızı ki, bitmek bilmez bir fiil olarak "garip garip" ikilemesi ile katmerlenir.
Tıpkı Aşık Gülâbî'nin şu şiirinde olduğu gibi:
Senden bir şey istemiyom
Yorma beni dünya dünya
El aleme rezil edip
Kırma beni dünya dünya
Saçımı başımı yoldum
Sabırınla umur oldum
Zaten ben perişan oldum
Yorma beni dünya dünya
El değme tabip yaraya
Sebebin kan kuruya
Çocuk gibi makaraya
Sarma beni dünya dünya
Gülabi' ye nazın ile
Hiçte dönme yüzün ile
Gözün varsa gözün ile
Görme beni dünya dünya
Rica ederim Kafka'daki bu dönüşme arzusu da bu görülmemek arzusunun böcekleşme hali değil midir?